GÜNCEL YAZILAR
-
Hz Peygamber’in Döneminde BİR YÖNETİM BİÇİMİ VAR MIYDI? / 01-07-2017
Vahyin yeryüzüne nüzulünün ve bunu insanlığa tebliğinin son halkası olan Hz. Muhammed (s.a.s) : “Benden sonra peygamber yoktur” buyurmuş ve Cenab-ı Allah’ın insanlığı eğitmek ve yönlendirmek üzere peygamberleri aracılığıyla bir emirler manzumesi halinde indirdiği vahyin kesildiğini bildirmiştir.
İslam, sıradan bir sistem, sıradan bir toplum biçimi veya sıradan bir yönetim biçimi değil, İlahi bir sistem ilahi bir yönetim biçimi ve Allah katında geçerli olan tek dindir. İslam Kuru bir akılcılığa dayanan bir düşünce sistemi de değildir, bir filozofun zihninden ya da herhangi bir zeki kişinin zihin terlemelerinden meydana gelen bir düşünce ürünü de değildir. Bu bir din olduğuna göre onu getirenin de kendinden bir şey katması mümkün olamaz. Cenab-ı Allah, kendi gönderdiği Peygamber’i için insanlara bilgi olsun diye şöyle buyurur: “O kendi heva ve hevesinden bir şey söylemez…kendinden bir şey konuşmaz, O’nun söylediği her şey vahiydir.” (en-Necm, 53/3-4).
Cenab-ı Allah, Peygamber’in (s.a.s) getirdiği, uyguladığı, yaptığı her şeyin, ibadetiyle, davranışlarıyla, muamelatıyla, insanlarla oturup kalkmasıyla, yönetmesiyle, kumanda etmesiyle, her yönüyle, ağzından çıkan her söz ve zatının her türlü davranışının ilahi olduğunu Kur’an ayetleriyle bildirmektedir. Çünkü Allah O’nu vahiyle yönlendiriyordu. Onun için Resulullah kendinden bir şey söylemezdi.
İşte bu çerçevede Rasulullah son peygamber olarak bize bir yönetim biçimi, bunun yanında inanç ve ibadetler manzumesi, insanlar arası ilişkiler, ahlâkî yapı, bir yönetim şekli, bir toplum yapılandırması bıraktı. Bunun için İslam’ın bütün yönleriyle ele alınması halinde Rasulullah (s.a.v)’in muazzam bir sistem getirdiği görülecektir.
Fakat İslam’ın bütün yönlerini incelemekten çok burada ele alınması gereken konu ise, İslam dininin getirdiği bir yönetim biçiminin olup olmadığıdır. Hz. Peygamberin kişiliğinde böyle bir yönetim var mıydı yok muydu? Yönetim dediğimiz zaman neyi anlıyoruz, önce bunun üzerinde duralım ve Hz. Peygamberin (as)’ın kişiliğinde bu yönetim ortaya çıkmış mı çıkmamış mı? Kur’an-ı Kerim bu konuda ne buyuruyor? Sünnet neyi izah ediyor? Bu konuları ele almak gerekir.
Hz. Peygamberin büyüdüğü ortama bakıldığında kabileciliğin çok etkin olduğu, ırkçılığın zirveye tırmandığı, kabile üstünlüğünün var olduğu görülecektir. Hz. Peygamber, cahiliyenin hakim olduğu, her şeyin cehalet ve ilkellik üzerine bina edildiği bir ortamda insanların alışkın olmadıkları bir mesajla gelmişti. Cenabı Allah’ın hikmeti, Allah’ın kitabı cehaletin kol gezdiği her şeyin cehalet üzerine bina edildiği bir ortamda “Oku, rabbinin adıyla oku, insanı bir kan pıhtısından (bir embriyodan) yaratan rabbinin adıyla oku, insana bilmediğini öğreten Rabbinin adıyla oku” mesajını getirmişti.
Bu ilahi mesajda okuma var, insanı bir damla sudan yarattığına dair ilmi ve tıbbî bir bilgi var, okumadan sonra insana bilmediğini öğretme var. Bütün bu bilgilere ve genel olarak vahye dayalı diğer her türlü bilgiye baktığımız zaman, bugüne kadar yeryüzünde kurulan bütün medeniyetlerin temelinde buna benzer bilgilerin varlığını ve vahye mazhar olan peygamberlerin öğretilerinin yattığını görüyoruz. Yeryüzünde kurulmuş olan bütün Medeniyetlerin temelinde vahiy ve peygamber öğretileri vardır. Çünkü İslam Medeniyetinin temelinde peygamber öğretisi vardır. Tarihte yaşamış bütün medeniyetler devlet başkanlarının ve toplum öncülerinin zihninden veya Filozofların kaleminden çıkmış değildir.
Hz. Peygamber (s.a.v)’in “oku” mesajıyla geldiğini ve insanları imana çağırdığını, bu davetle etrafında insanların biriktiğini ve küçük bir Müslüman kitlenin oluştuğunu biliyoruz.. Bu Müslüman kitle Mekke’de Erkam İbn Ebi’l-Erkam’ın evinde bir araya geliyordu. Bu bir araya gelen bu mü’minlerin bir başı bir reisi, bir emiri, bir yöneticisi olmalı değil miydi? İşte o gün bu mü’minlerin, sözünü dinledikleri ve onları yöneten bir liderleri vardı. Hep birlikte yalnız O’nun ağzına bakıyorlar ve O’na en ufak bir itirazda bulunmadan itaat ediyorlardı. Cenab-ı Allah:“Allah’a itaat ediniz, Resule itaat ediniz ve sizden olan yöneticilere de (itaat ediniz)” ayetleriyle bütün mü’minlere emrederek Peygamberine uymalarını ve emrinden çıkmamalarını istemektedir.
İşte bu kitlenin başında o gün bir lider vardı. Her vahiy geldiğinde yeni bir bilgi ile geliyor ve Müslümanları eğitiyordu. Vahyi getiren Hz. Peygamber (s.a.v) onların hem öğretmenleri, hem amirleri, hem yöneticileri, hem de peygamberleri idi. O ashabına bir Peygamber olarak Rabbinden aldığı bilgileri öğretiyordu ama toplum içinde lider olma gibi bir programı veya isteği ve hevesi söz konusu değildi. Zaten O, topluma önder olmak için gelmiş değildi. Hatta O, Müslüman kitlenin başına geçmiş değildi. Ancak Allah O’na bir misyon yükleyerek O’na bir emir verdi: “Kalk ve uyar/kum fe enzir…” kısaca; “Yakın akrabalarından başlayarak herkesi uyarmaya başla” emri Peygamberin yüklendiği misyondu. Bu misyonla hareket eden Rasulullah (s.a.s) etrafında biriken kitleyi ister istemez yönetecekti. İşte yönetim böyle tabii haliyle başladı. Önce “küçük bir kardeş grup” oluştu. Ardından bir cemaat ortaya çıktı. Sonra bu cemaatin ortaya çıkmasıyla ister istemez Mekke şehri Müslümanlar ve müşrikler diye ikiye bölündü. Müşrikleri yöneten bir “Daru’n-nedve” ve Müslümanları yöneten bir peygamber olarak Rasulullah (s.a.s) vardı. Her iki taraf karşılıklı olarak kararlar alıyorlardı. Örneğin Daru’n-nedve, Peygamberi öldürmeye, arkadaşlarına işkence yapmaya karar alıyordu. Diğer taraftan Rasulullah da arkadaşlarını toplayıp onlara din öğretiyordu. Ahlâkın güzelliklerini, kızların artık diri diri gömülmemesi gerektiğini, hırsızlık yapmanın haram olduğunu, başkasının aleyhinde bulunmanın yasak olduğunu, başkasının malını haksızca almanın haram olduğunu, faizin, zinanın, hırsızlığın neden haram olduğunu ve bu davranışların toplumda yaptığı tahribatı öğretiyordu.
Dolayısıyla bütün bunlara baktığımız zaman İslam’ın sınırları belirlenmiş bir toprağı, sürekli inmeye devam eden bir hukuku vardır. Ayrıca mahkemelerin var olması bu hukukun uygulandığını gösteriyor. Bütün bunlara baktığımızda Medine Vesikasında: “Aranızda bir ihtilaf söz konusu olduğu zaman onu Allah’a ve Rasulüne götürün” deniyor mu? Orada bir hakim var mı? Yargıç var mı? Bunların yürüttüğü bir hukuk var mı? Uygulanan hukuka göre hırsızlık yapana, zina edene, başkalarının malını gasp edene, başkasının malını çalana, başkasına zulmedene, hanımına haksızlık edene, çocuğunu dövene, çocuğunu emzirmeyen anneye, çoluk çocuğuna bakmayan babaya, hatta devesine ağır yük yükleyene ceza veriliyor muydu? Bunlardan tutun adam öldürmekten, uluslararası hukuka varıncaya kadar her alanda hukuku olan bir yapı var mıydı? evet vardı. Demek ki bütün bu soruların cevabı olumludur.
Ayrıca Rasulullah (s.a.v) o günün dünya hükümdarlarına ve başta en büyük devletin hükümdarı olan Bizans imparatoru Herakleios’a mektup yazarak elçiler gönderdi, diplomatik ilişkiler kurdu. Uluslar arası ilişkilerle büyük bir yönetime sahip olduğunu kanıtladı. Dünya hükümdarlarının çoğundan cevaplar aldı. Bizans İmparatoru, Mısır Mukavkısı, İran Kisrasını muhatap alıp elçiler gönderince onlar da Medine’ye ve yöneticisine karşı olumlu -olumsuz belirli bir tepki göstermişlerdi. Kimisi hediyeler gönderdi, kimisi elçiler gönderdi. Mısır hükümdarı, Sava emiri, Habeşistan hükümdarı gibi hükümdarlar olumlu cevaplar verdiler. Bizans imparatoru çok güzel tepkiler verdi. Aynı şekilde tevhit inancına çok yakın olan Habeşistan hükümdarı Ashama da güzel tepkiler vermişti. Mısır Mukavkıs’ı Rasulullah’a elçi ve hizmetçi gönderiyor, bir Mısır katırı hediye ediyordu. Devlet başkanları arasında hediyeleşme oluyor mektuplaşmalar gerçekleşiyordu. Demek ki Hz. Peygamber (s.a.s.) bir yönetici olarak elçiler gönderiyor, diplomatik ilişkilere giriyor, anlaşmalar yapıyor, hukuk uyguluyordu. Bütün bunlara baktığımız zaman bunların hepsi Rasulallah’ın şahsında ortaya çıkmıştı.
Buna göre konuyu özetleyecek olursak Rasulullah’ın Medine’sinin ve yönetimin sınırları belli idi. Yani “toprak” vardı. zira Ubey İbn Ka’b Hz. Peygamber’in emriyle Air dağı ile Harra düzlüğü arasında kazıklar çakıp ülkenin sınırlarını belirlemişti. Bu yapının hukuku vardı, halkı vardı, Müslim, gayr-i Müslim vatandaşları vardı. O halde Medinedeki bu yapı vatandaşları, hukuku, toprağı, ordusu olan bir yapı idi. Dış dünya ile anlaşmalar imzalayan bir yönetim ve bu yönetimin başında Peygamber bir başkan ve komutan vardı. Bu başkan, valileri, hakimleri, kumandanları, elçileri olan bir yönetici idi. Mülki idare olarak belli bir mülki idaresi, adliye teşkilatı, ordusu, bürokratları, kâtipleri, bugünkü belediyeyi, emniyeti kapsayacak şekilde, emniyet ve belediye yani polis teşkilatıyla belediye teşkilatını içine alan hizbe teşkilatı vardı. Ayrıca Bu yapının Beyt-ül-mal’i, yani hazinesi, maliye teşkilatı, maliye görevlileri vardı.
Bu kadar kurumu olan bir yapıya acaba “devlet” denebilir mi? Bunun dışında bir kurum olduğunu söylemek mümkün müdür. Bütün bu unsurları tekemmül eden bir yapıya bunun dışında bir şey diyebilir misiniz? İşte Hz. Peygamber’ (s.a.s)’in yönetimi yoktu, Hz. Peygamber geldi geçti, bize namazı niyazı öğretti, oruç tutturdu, hac yaptırdı bunun dışında başka bir şey yapmadı, denebilir mi? Hayır olay bu kadar kolay değildir. Dünyada büyük bir medeniyet kurmuş bir Peygamber’in ümmeti devletsiz olamaz. Bu iddia cehaletin, haince bir bilgisizliğin söze dökülmüş halidir. “İslam’da devlet yapısı yoktur” diyenler Müslüman iseler, ya cahil ya da haindirler. Müslüman olmayanları da ya cehaletlerinden veya düşmanlıklarından bunu söylerler.
Şimdi biz tekrar konumuza dönelim. Yönetim ve yaratma Kur’an-ı Kerim’de nasıl ele alınmıştır bunları görmeye çalışalım: Yaratma ve emir verme. Yönetme Allah’a aittir. Şanı yücedir O alemlerin Rabbidir, her şeyin Rabbi olan Aleminin Rabbi olan gördüğümüz görmediğimiz insanın aklının aldığı almadığı, bilgisi dahilinde olan ve olmayanların tümünün Rabbi olan Allah. (el-A’râf, 7/54). Diğer taraftan hüküm, en yüce ve en büyük olan Allah’a aittir. Hükmü o koyar, hükmünde kimseyi ortak kılmaz, (el-Kehf, 18/26).
Hükmü insanlar değil de insanları yaratan koyduğu zaman insanlar rahatlar, çünkü eşitlikler ortaya çıkar, belli bir kitleyi kayıran hükümler değil, sınıflı bir toplum değil, İnsanlar arasında eşitlik ve adaleti sağlayacak, herkesin hak ve hukukunu koruyacak hükümler ortaya çıkar. Hükümler ve kanunlar ancak insanların tümünü yaratmış ve onlara adalet ve rahmetle bakan Allah tarafından belirlenirse mükemmel olur. “Hiç kimse onun hükmünde ortak olamaz” bunu bazıları anlayamaz, yani hükmün Allah tarafından konulmasıyla insanlar tarafından konulması arasındaki büyük farkı görebilmek için gerçekten iman etmek lazımdır. Beşerin ortaya koyduğu kanunlar kendi lehlerine olur. Genellikle bir kitleyi kayırmak için kanunlar konuyor. Ama hükmü Allah koyduğu zaman durum çok farklıdır. Zira Cenabı Allah: “Hüküm yalnız ve yalnız Allah’ındır” buyuruyor.
Bütün bunların yanında şunu da iyi bilmek gerekiyor ki, İslamî bir yönetim teokratik yönetim değildir. İslami yönetim teokrasi değildir, teokrasi Hıristiyanlıkta vardır, Yahudilikte vardır. Teokrasi bugün ki İsrail’de vardır. İsrail Devleti tam teokratik bir devlettir, çünkü dinin hükümlerine göre din adamlarının gözetimi altında ve Tevrat’la yönetilen bir devlettir. Vatikan da teokratik bir devlettir, ama İslami yönetim asla jakoben değildir, monarji değildir, o yönetimde istibdad yoktur, oligarşik bir yapı asla olamaz, İslam saltanat veya krallık değildir, şahlık değildir ve din ile devleti birbirinden ayırmaz.
İslam yalnızca bir din ve sırf şekli ibadetlerden ibaret değildir. Bu ibadetlerle birlikte siyasal bir düzendir. Çağdaşlık ve ilerilik adına ortaya çıkan ve ahkâm kesen birilerinin İslâm’ın bu iki yönünü ayrı göstermeye ve iki temel unsuru birbirinden ayırma çabaları olduğu görülmektedir. Hatta dünyevi çıkar ve ikbal peşinde olan bazı yazar ve çizerlerin de İslam’ın yönetim yanının olmadığını iddia etmeleri onları gülünç duruma düşürmektedir. İslam ve onun çerçevesinde oluşan bütün düşünce ve hukukun tamamıyla bir bütün olduğunu görülmektedir. İslamî yapı bu birbirinden ayrılmasına çalışılan yanlarının ayrılmazlığı üzerine kurulmuştur.
Müslüman yazarlardan bazı kimseler “İslam’ın bir devlet yapısı ve talebi yoktur” türünden söz ve yazılarıyla genel Müslüman kitleyi üzüyorlar.
İslam mücerred bir akaid manzumesi olmadığı gibi salt ahlâkî bir öğreti de değildir, bir kabile dini ise hiç değildir. Kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim ortadadır. Her okuyanın kolaylıkla görebileceği üzere, Kur’an itikada, ibâdâta dair hükümler ihtiva ettiği gibi iktisada, hukuka, muamelâta dair hükümler de ihtiva etmektedir. Çünkü Kur’an’ın insanların kendisine davet ettiği Allah, sadece semavâtın değil, arzın da Hakimi, Müdebbiri, Meliki, Samedi, Rabbidir. İslam’ın düşmanları zalim ve münkirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.