GÜNCEL YAZILAR
-
ETNİK GRUPLARIN KARDEŞLİĞİ / 11-12-2014
Hz. Peygamber Medine’ye geldiği anda kardeşleştirme hadisesini gerçekleştirmek suretiyle tüm insanları birbirine kardeş kılmanın örnekliğini en somut bir şekilde göstermiştir. Özellikle Resûlullah'ın "Benim zimmetimde olanları koruyunuz. Zimmetimde olanların hukukunu koruyunuz." sözleriyle belirtmiş olduğu üzere, İslam toplumu içerisinde bulunan farklı kimseler hakkında "diğerlerini" yani "ötekileri" gibi bir ifade kullanmaya gerek duymaksızın “benim zimmetimde olanlar” şeklinde buyurması oldukça dikkat çekicidir. İşte İslam hukukunda zimmilik kavramı bu şekilde ortaya çıkmıştır. Bu emir, o an için devletin yönetiminde fiilen yer almayıp vatandaş olanların hukukunu koruması açısından Hz. Peygamberin kıyamete kadar ümmetine verdiği önemli bir emirdir. "Benim zimmetimdekileri koruyun." ifadesiyle kısaca bugün devletin bünyesinde yaşayan tüm azınlıkları ve büyüklü küçüklü bütün grupları korumak zorunda olduğumuz vurgulanmıştır. Zira bir toplumun bünyesinde farklı ırkların bir arada, yan yana ve kardeşçe yaşaması, İslam'ın ümmet dini olmasından kaynaklanmaktadır.
Tarihi süreçte çok defa tecrübe edilmiş olduğu üzere, bizler de bu emir ve hükümleri unuttuğumuz günden itibaren birbirimizi yok etmeye başlamış olduk. Halbuki İslam bir ümmet dinidir. İşte bu din, Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı, Çerkez’i, Arnavud'u, Laz’ı, Abaza’sı, Keldanî’si, Süryani’si, Rum'u ve diğer tüm farklı unsurları, İslam toplumunda ayrı ayrı değerlendirmez. Tüm etnik bileşenleri tek bir ümmet olarak görür. Bu sayede bütün etnik gruplar dillerini ve dinlerini yaşatarak varlıklarını koruma hakkınsa sahip olurlar.
Türkiye'de ise bu kardeşlik hukuku İslam'ın emrettiği şekilde korunmadığı için, "ulus devlet" anlayışıyla halkları ve dilleri yok edildiği süreçler yaşanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken gerçekten de bu kardeşlik ilkeleri üzerinde değil, ulus devlet anlayışı ve hâkim unsurun üstünlüğü prensibiyle hareket edildiğini görüyoruz. Bu çarpık anlayış, tamamen ırkçı bir zemin üzerine inşa edilen Türk milliyetçiliğinin öne çıkarılmasıyla gerçekleştirilmişti. Böylelikle diğer gruplara hayat hakkı tanınmamış; Kürtler, Araplar, Çerkezler ve Gürcülerle birlikte tüm diğer unsurlar kenara atılıp unutulmuştu.
Yakın tarihimizde yaşanan örnek olaylar üzerinden günümüze ışık tutabilmek adına, hatırıma gelen bir hususu paylaşmak istiyorum: İlkokulda okuduğumuz yıllarda, şimdi de okullarımızda benzerleri bulunan “Trafik Kolu”, “Kızılay Kolu”, “Yeşilay Kolu” vb. öğrenci eğitim kolları bulunmaktaydı. Herkesin bildiği bu kolların yanı sıra Mardin’deki ilkokullarda ayrıca “Arapça Konuşmama Kolu” diye ilginç bir eğitim kolu daha vardı ve ben de maalesef ki sınıfımızda bu kolun başkanı olarak seçilmiştim...
1961 anayasasına kadar Mardin’de hiçbir Kürt ve hiçbir Arap; Kürt veya Arap olduğunu korkusundan söyleyemezdi. Hepimiz mecburen “Türk” olmuştuk. O dönemdeki yaygın baskı ve zulüm bizi kendi dilimizi ve ırkımızı söylemekten alıkoyuyordu. Gerçekten de o dönemde baskıcı bir rejim hâkimdi ve bu baskıcı rejimin toplum üzerindeki etkisiyle, ırkçı anlayışla hareket eden Türk milliyetçiliği insanlarımızın çok kötü bir münafıklığa düşmesine sebep oluyordu.
Ben Türkçeyi ilkokulda, 1957’de öğrendim. Türkçeyi küçük yaşta öğrenmiş olmak bize mutluluk veriyordu zira babalarımız ve dedelerimiz bir polisle, bir askerle, jandarmayla konuşabilecek kadar Türkçe bilmediklerinde hep hakaret görmüş ve dayak yemişlerdi. Bu nedenle resmi dili öğrenmek, bizim için bir imkân ve fırsat olarak doğmuştu. Öncesindeki süreçte ise 625 yıllık Osmanlı Devleti tarihi boyunca hiç bir etnik grup kendisini dışlanmış durumda görmemişti. Çünkü bir ümmet anlayışı ile herkes kendisini diğerlerinin kardeşi görüyor ve herkes herkesin hukukunu koruyup saygı duyuyordu.
Bir olay daha anlatmak istiyorum: Bir zamanlar Suriye ve Türkiye vatandaşı olan akrabalar arasında bayramlarda görüşmeler gerçekleşiyordu. 1958 yılının Nisan ayında bir bayram görüşmesini gerçekleştirmek üzere Nusaybin hudut kapısına giderken, Tilkitepe’de, tepenin hemen yamacına taştan yeni bir ifade yazıldığını görmüştük: "Ne mutlu Türküm diyene!" sözü kocaman harflerle tepenin yamaçlarında yazılmıştı. O yıl ilkokul 1.sınıfta Türkçeyi ve okumayı yeni öğrenmiş bir öğrenci olarak gördüğüm bu cümleyi kafama kazınmıştı. Okudum ve çocuk aklımla bir hayli düşünmeye başladım... Kendi kendime “Eyvah!” dedim, “Demek ki sadece Türkler mutludur…"
O günün tek parti iktidarının, bu duyguyu bir çocuğa yaşatmaya hakkı var mıydı? Neticede bize bu duyguları yaşattılar... Kürtler de Araplar da mutsuz kılınmıştı. Yaşanan böylesi sıkıntıları herkes içine atıyordu. Sokakta, yolda, pazarda, devlet dairelerinde kimse ana diliyle konuşamıyordu. Konuşana belediye zabıtası derhal ceza kesip eline makbuzunu tutuşturur ve cezayı peşin alırdı. Bunlar hayal değil, gerçekti ve yaşanıyordu.
Peki bunun sonucunda ne oldu? Devletin mi yoksa insanın mı öncelikli olduğu problemi karşısında, ulus devletin nazarında devlet insandan önemli oldu. Bu süreçte insan ve insan hakları önemsenmedi. Allah’ın ayetleri olarak görülmesi gereken "diller" kabullenilmedi. Hâlbuki İslam, insanı öne çıkarır. Yine İslam’a göre “bir insanı yaşatmak insanlığı yaşatmaktır”, aynı şekilde “bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek” demektir. Ancak batının özellikle emperyalist ve işgalci anlayışı, İslam dünyasını başta Anadolu ve Ortadoğu’yu hâkimiyeti altına almak için 19. yüzyıldaki milliyetçilik hareketlerini önceledi ve ümmet anlayışı yerine tek ulus anlayışını hâkim kıldı. Bir taraftan Türkleri bir taraftan Çerkezleri bir taraftan Gürcüleri bir taraftan Abazaları harekete geçirmek suretiyle farklı bir etnik yapılaşma meydana getirildi. Bununla insanlarımızı, etnik grupları birbirine düşman ettiler.
Bizim o gün ve tarihlerde böyle bir anlayışımız ve sıkıntımız yoktu. Mardinli olan herkes zamanla üç dili öğrenerek birlikte yaşayabiliyordu. Hepimiz Kürtçe, Arapça ve Türkçeyi öğrenerek geliştik. Ve ben bu üçünü de henüz çok küçük yaşlarda konuşmaya başladım.
Bu tür yasaklar vardı ve bu yasakçılığa rağmen biz bu dilleri öğrenmiş olduk. Sonuçta yasaklamalar da insanlığa aykırıydı, olmaması gerekirdi.
1789 Fransız ihtilali Avrupa'ya ve insanlığa en büyük kötülüğü yapıp milliyetçilik ve ulusçuluk anlayışlarını empoze etti. Uluslararası kuruluşlar, insan hakları beyannamesi, Birleşmiş Milletler ve benzeri kuruluşlar, sözüm ona insan haklarını korumak üzere oluşturulan kurumlardı. Biz sadece Hz. Peygamber'in (s.a.v) Veda Hutbesi’ndeki insan hakları ile ilgili sözlerini esas alıp uygularsak bütün insanlığın haklarını korumuş oluruz. Bu haklar bizi kardeş kılmaya ve barış içinde hep birlikte yaşamaya yeterlidir.
Tarihi süreçte örneğin kadim Yunan’da kadının insan olup olmadığı tartışılıyorken, İslam'ın kadına verdiği değerlerle kadın en mükemmel hukuki konumunu İslam hukukunda bulmuştur. İslam, kadını anne kılmış, eş kılmış, bacı kılmış, kız çocuğu kılmış ve onu yüceltmiş, ona saygı duyulmasını emretmiştir. Ama batı anlayışı bu değerleri ile kadına gasp etmiştir.
1926 yılında kadına seçme özgürlüğü verildiğine dair kanun çıkarıldı ve bununla kadına haklarının verildiği söylendi. Ama İslam, kadına önce Akabe bey'atlerinde, sonra da açık bir şekilde Hudeybiye Barış Anlaşmasının yapıldığı gün seçme özgürlüğü vermişti.
Yirminci yüzyılda insan hakları soyut kavramlar üzerinde bina edildi. Somut bir sonuca ulaştırmayan böylesi anlamsız kavramlar, pratiğe dönüştürülmesi mümkün olmayan ve insanlığın değerlerini teslim etmeyen kavramlardır.
Günümüzde ise Avrupa’da çok kültürlü bir anlayışın geliştirilmekte olduğunu görmekteyiz. Aslında bu insanlık ilkesi, Hz.Peygamber'in Medine'de hicretin ilk yılında oluşturulmuş ve toplum bunun üzerine bina edilmişti. Medine’de Suheyb er-Rumi, Selman-ı Farisi, Bilal-i Habeşi ve Araplar vardı. İslam'ın ilk gününden itibaren siyahı, beyazı, Farisisi, Arabıı, Rumu, daha sonraki tarihlerde ise Kürdü, Türkü, Gürcüsü ve Ermenisi hep bir arada yaşadı. Birlikte yaşama kültürü zaten vardı. Ama Batı dünyası, bu anlayışı Türkiye'ye empoze edip dayattı. Bu dayatmalar ümmet anlayışını zedelemiş, bizi birbirimize özellikle son 30 yıl boyunca kırdıran bir yapıya ulaşmıştı.
Bizim çocukluğumuzun Mardin’inde, Kürtlerle Araplar arasında böyle bir problem yaşanmıyordu. Hepimiz bunu biliyoruz. Dedemin evine gelip giden misafirleri hep Kürt’tü. Kürtlerle biz bir arada yaşarken kardeş gibiydik, bunun dışında herhangi bir şey düşünülemezdi. Ama maalesef bu milli duygularla 1969 yılında Milliyetçi Hareket Partisi'nin Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi adıyla ortaya çıkmasından sonra Kürtlerde de milli bir duygu baş gösterdi. Milliyetçiliği öne çıkarmış bir parti ortaya çıkınca, bu anlayış ve karşı tepkileri toplumumuzda yayılmaya başladı. Daha önceki dönemlerde Musa Anter ve bazı arkadaşlarının küçük çapta çalışmaları bulunuyordu. Ama bu çalışmaların kurumsal olarak ortaya çıkması, CKMP ve MHP’nin ortaya çıkmasından sonra gerçekleşti. Kürtlerde de bir tepki olarak böylesi duygular gelişmeye başladı.
Böylesi etkilerin zemin oluşturmasıyla 30 yıldan fazla süredir bölgede etnik milliyetçilikler ekseninde çeşitli gerginlikler yaşanmıştır. Zaman zaman yaşanan bu tür gerginliklerin üzerine, 6-7 Ekim 2014 itibariyle PKK adına yaşanan olaylarla yeniden gerilimlerin kapısı aralanmış ve yeni olumsuzlukların arzu edildiği yönünde bir tehlike sezinlenmiştir. Bölgede esen barış rüzgârını istemeyen gizli eller, her fırsatta olayları tırmandırmaya çalışmaktadırlar.
Böylesine sıkıntılı olayların barışa bir adım kala ortaya çıkartılması, mutlaka Kobani olaylarını ortaya çıkaran sebeplerle doğrudan bağlantılı olmalıdır. Kobani'de fırtına koparan Batılı ülkeler, Türkiye’de huzur ve barışın yaşanmasını arzu etmiyorlar. Birilerinin, Türklerin de Kürtlerin de savaşarak telef olmasını, terörün devam etmesini, bu iki halkın birbirine düşman olmasını arzu ediyor ve bunu sistemli bir şekilde planlıyorlar. Bu toplum içerisinde yaşayan ve bu toprakların ortak bir vicdanına sahip olan herkes tarafından böylesi bir gerçeğin olduğu kolayca hissedilmekte ve görülmektedir.
Diğer taraftan bir tehlike daha sezilmektedir. Birileri Mardin, Hatay ve Urfa'da ve hatta bütün Güneydoğu bölgesi içerisindeki Arapların yaşadığı yerlerde Arapçılığı ve Arap milliyetçiliğini de körüklemeye çalışmaktadır. Bu son derece yanlış, son derece menfur ve kesinlikle önüne geçilmesi gereken bir oluşumdur. Ben Arap’ım ama asla Arap milliyetçiliği yapmam. Zira bu, Müslüman bir birey olarak benim inancıma doğrudan aykırı bir anlayıştır. Bir taraftan Türkçülük diğer taraftan Kürtçülük problemleri yetmiyormuş gibi, şimdi bir de başımıza bir Arapçılık ve Arap milliyetçiliği sorununun da çıkarılmaması gerekir. Bunun behemehâl ve mutlaka önlenmesi gerekmektedir.
Bir zamanlar bu önlemin bir benzerini, bizler büyüklerimize karşı direnerek gerçekleştirmiştik. Mardin'de Arap milliyetçiliği rüzgârı eskiden de estirilmek isteniyordu. Bunun başını Arap dünyasında çeken Mısır eski devlet Başkanı Cemal Abdunnasır olup, onun bu hareketine “Nasırcılık” adı veriliyordu. 60’lı ve 70’li yıllara tekabül eden bu dönemde Mardin'de eski CHP'li fakat aynı zamanda Nasırcı Arapçılar ortaya çıkmıştı. Bu kimseler, Türkiye’deki bayram ilanlarına aldırış etmeden, Suriye ve Mısırla birlikte bayram yapıyorlardı. Bunlar genellikle fötr şapkalı, Hitler bıyıklı, bir taraftan da faşist bir anlayışa sahip olan, CHP’nin kırklı yıllardaki anlayışını sürdürmek isteyen, diğer taraftan Nasırcı Arap milliyetçiliği yapan kişilerdi. Bu anlayışın İslam'a aykırı olduğunu bildiğimizden, biz o günkü İmam-Hatip nesli olarak bunların önüne geçtik. İşte İmam-Hatip nesli, Mardin'de o yılarda bu grupla alabildiğine mücadele ederek Arapçılığın önüne geçti. Şimdi de bunun önüne geçilmesi gerekmektedir.
Genel olarak en çok üzerinde durulması gereken husus ise ulus devlet anlayışının tarihe gömülmesi meselesidir. Devletin bu süreçte “Yeni Türkiye” olarak ortaya çıkıp bütün ırkları ve etnik kökenleri kucaklaması gerekmektedir.
Heybeliada Ruhban Okulu’nun kapatılmasından söz eden arkadaşlarımız oldu. Devlet ruhban okulunu 1980 Askeri darbesi sonunda kapattı ve oradaki tedrisatı yasakladı. Böylelikle din adamı yetiştiren bu kuruma karşı yanlış bir uygulama gerçekleştirildi. Ama son 43 yılda İmam-Hatip liselerine yapılmayan zulüm kalmadı. Devlet bu konuda da yapmadığını bırakmadı. Aynı zamanda başörtüsü yasağı hadisesi de devletin en büyük ayıbı olarak inanç özgürlüğünün ayaklar altına alındığı bir uygulamaydı. Ama her nedense özgürlüklerden yana olduğunu söyleyenler, İmam-Hatiplerdeki yanlış uygulamalara, ayırımcı politikalara ve başörtüsü yasağına karşı eslerini çıkarmadılar. Eğer devlet başörtüsüne bu kadar baskı yapmasaydı, belki bugün Türkiye'de böylesine başörtüsü yaygınlaşması olmayacaktı... Neticede baskı ve yasaklar her zaman arzuyu doğurur ve bu konuda da doğurmuştur... Başı açık kızlarımız, o günlerde başörtülü kız arkadaşlarına yapılan baskıyı ve zulmü gördükleri için tepki olarak örtünmeye başlamışlardır.
Ben Edebiyat Fakültesi’ne ilk kaydolduğum zaman 3-4 kız arkadaşımızın başı örtülü idi. Ama 28 Şubat'taki büyük yasak yaşandığında durum bir hayli farklılaştı. O günlerde benim hakkımda da başörtülü öğrencileri desteklediğim soruşturmalar açılmıştı. Hemen ardından dönemin İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu tarafından kamu görevinden atıldığım günleri yaşamıştım. Yasak geldiğinde Edebiyat Fakültemizde o sene 1250 civarında başörtülü öğrencimiz vardı. İşte o baskılar zamanla farklı neticeler doğurdu. Hatta yıllardır süren ve Türkiye’de en uzun iktidarda kalan AK PARTİ hükümetinin doğuşuna zemin hazırladı.
Diğer taraftan Kürtler üzerinde yapılan baskılar da farklı tepkilere yol açtı. Yaşanan baskılar, Kürtleri yeniden dağa çıkardı. Onların direnerek hak elde ettiklerini gören bazı Arap gençleri de bugün harekete geçmiş durumda. Şu anda Arap gençleri, kültürel faaliyetler kapsamında birtakım çalışmalara başlamış durumdadırlar. Onların hassasiyetlerini celbeden noktada gerekli önlem alınmazsa ve bölgede bu kez Araplara ve Arapçaya yönelik baskı yapılmaya kalkışılırsa bu halk üzerinden de birileri yeni oyunlar tezgâhlayabilir. Bu nedenle hem devletin hem de bölgedeki HDP’li belediyelerin bu konuda hassasiyet sahibi olması gerekir.
Barış sürecine gelecek olursak hemen ifade edebiliriz ki halkımız Kürdüyle, Türküyle ve Arabıyla barışı sevmiş ve benimsemiştir. Hepimiz bu barış ortamını içselleştirip sevdik ve benimsedik. Ama Kemalist ve jakoben anlayışlar bunu bir türlü kabullenemiyor ve barışı istemiyormuşçasına davranışlar sergiliyorlar. Aslında bunu da barışı istemediklerinden değil, Türklerin dışında bu ülkede kimsenin var olmasını ve varlığını sürdürmesini istemediklerinden yapıyorlar. Bu ceberut, jakoben, baskıcı ve dışlayıcı anlayışa sahip olanlar ise yanlış davranışlarını sürdürmeyi arzuluyorlar. Ama artık bu baskının ve dışlayıcı tavrın yavaş yavaş bitmesi gerekiyor.
Son on yıldır barış süreci için sarf edilen gayretleri kutsal bir emanet gibi korumamız ve tekrar Araplarla Kürtler arasında bin dört yüz yıldan beri süregelen kardeşliği yeniden tesis etmemiz gerekiyor.
Türkiye’de çok sayıda etnik grup var. Bunların hepsinin hukukunun korunması gerekiyor. Anadolu’daki Rumlar Bizans’ın kalıntısı olarak, Bizans devletinin vatandaşı olarak vardı. Müslümanlar Anadolu'ya girince Rumların önemli bir kısmı kendi tercih ve istekleriyle Müslüman oldu. İslam’a girmek istemeyen Rumlar da vatandaşlıklarını ve varlıklarını hâlâ sürdürmektedir. Kısacası Anadolu insanı, bin yıldan fazla bir süre birlikte yaşarken ortaya bir sıkıntı çıkmamış ve farklı unsurlar birbirini kırmamıştır. “Biz kardeşiz” denilmiş ve bu duygu ve düşüncelerle bu topraklarda bir tarih yazılmıştır. Çünkü bu toprakların mayasında var olan İslami anlayış da tam olarak bunu gerektiriyordu.
Barış sürecinin yaşanması ve gelişmesiyle, Türkler, Kürtler ve diğer bütün etnik gruplarla birlikte, kardeşçe bir arada yaşamaya karar verdiğimizi dile getirelim. Otuz kırk yıl evvel olduğu gibi tekrar yeniden birbirimizi kucaklayalım. Çünkü bizler, birbirimizin hakkını koruyarak ve birbirimize tahammül ederek bir arada yaşamak zorundayız. Başka bir çaremiz yok... Hep birlikte bu arzı edilmediği takdirde inanın ki aynı şekilde tertip edilen adam öldürmeler, cinayetler, faili meçhuller ve anarşi devam edecektir.
Şahsen olaya bir tarihçi gözüyle bakarak, tarihte meydana gelen benzeri hadiseleri kıyaslayıp değerlendirerek şunu ifade etmek istiyorum:
Her şeye rağmen bölgede birileri barış istemiyor ve ortamın 30 yıldır devam ettiği gibi acılarla geçmesini arzu ediyor, bunun hepimiz farkında olmalıyız. Daha net bir şekilde ifade etmek gerekirse; barış sürecinin devam etmemesi arzusunun ardında İran, Almanya, İngiltere ve İsrail’in parmağı bulunmaktadır. Devlet de bunu çok iyi bilmektedir. Özellikle Gezi Parkı olaylarında başta olmak üzere Almanya’nın hemen her fırsatta ülkemiz ve bölge için büyük bir fitne kaynatmaya çalıştığı gözlenmiştir.
Tekrar ifade etmek gerekir ki barış sürecini içten de dıştan da istemeyenler mutlaka olacaktır. Ama herkese rağmen bu barış sürecini biz başarmak zorundayız. Bütün dünya birleşip bizim aramıza fitne sokmaya çalışsa da biz barışı yaşamak istersek kesinlikle başarırız. Bu konuda özellikle Mardin, Diyarbekir, Hakkâri, Van, Ağrı, Şırnak ve Batman belediye reislerine büyük görevler düşmektedir. Bölgedeki belediye reislerimiz, Kürtlerin savaşmayı bırakıp Türklerle ve Araplarla kardeş gibi yaşadığı dönemlerin yeniden yeşermesi için gayret sarf etmelidirler. Kürtler, “Birbirimizi öldürdüğümüz yeter artık!” derlerse; Türkler de aynı şekilde “Yeter artık niye bunlarla savaşıyoruz, onları dağlara niye mahkûm ettik, niye hâlâ dağlara mahkûm durumdalar, bunlar bizim vatandaşlarımız ve kardeşlerimizdir”, derlerse bu barış kesinlikle gerçekleşecektir.
Prof.Dr.Ahmet AĞIRAKÇA / Aralık 2014