GÜNCEL YAZILAR

  • Osmanlıyı Kuran Ruh / 30-12-2019

    Osmanlı Devleti Müslüman ve mütedeyyin bir boy’un kurduğu bir İslam Devleti olarak tarihte önemli bir yer tutmuş büyük bir devlettir. Dünya tarihi boyunca kurulmuş devletlerin belli başlı olanlarından olup önemli bir devlet idi. Böylesi bir önemli ve büyük devletin 625 yıl müddetle ayakta kalmasının sebebi ne idi?

    İnsanlık tarihinde, insanlığı muhatabı alan, her zaman insanı öne çıkaran ve onu önemseyip diğer varlıklardan üstün tutan, ahsen-i takvim üzere yaratıldığını buyuran, hep insanı muhatap kabul eden tek ve geçerli unsur hep vahiy olmuştur. Vahiy, insanları yönlendirmiş ve insanların daha iyi bir konuma gelmesi, daha iyi bir toplum oluşturması, daha iyi bir devlet kurmaları için her zaman peygamberler aracılığıyla rehberlik yapmıştır. Vahyi peygamberler tebliğ ederken insana yakışan ulvi davranışları, iyilikleri, güzellikleri, adaleti, şefkati, merhameti öğretmişlerdir. Bu ahlâkî değerleri insanlığa kazandırmaya çalışırken de büyük meşakkat, işkence ve sıkıntılara duçar olan peygamberler zor bir görev üstlenmişler ve bu görev sebebiyle de büyük sıkıntılara katlanmak zorunda kalmışlardır. Çünkü güzelliği, ahlâkîliği, doğruluğu, dürüstlüğü anlatmak her zaman zordur, iyiliği öğretmek ve diğerlerine anlatmak kolay değildir. Dürüstlük başa beladır. Bundan dolayı da Peygamberler bu güzel hasletleri insanlara öğretmeye çalışırken içinde bulundukları toplumun ve sistemlerin gidişatını ve toplum anlayışlarının yanlışlıklarını ifade etmişlerdir. İşte bu sistemleri değiştirme ve insanlığı güzelliklerle buluşturmak isteyen Peygamberlerin bu tebliğ ve öğretilerine, eğitim gayretlerine karşı çıkanlar, gayet tabii olarak o sistemlerin sahibi olan hükümdarlar olmuştur. İşte tarih boyunca vahyi benimsemeyen ve vahyin çerçevesinde yönetimlerini sürdüren hükümdarlar olduğu gibi,  vahyin ilkelerini benimseyen hükümdarlar da olmuşlardır. Vahyin ve Peygamber öğretilerinin hâkim kılındığı toplum ve devletleri yöneten hükümdarlar ise, hem başarılı olmuş, hem de uzun ömürlü büyük devletler kurma imkanını yakalamışlardır.

    İslam’ın Medine’de ortaya çıkmasından sonra Dört Halife Devrini takip eden dönemde kurulan Emevî ve ardından gelen Abbasi Devletlerine baktığımız zaman bu dönemlerde büyük fetihlerin yapıldığını ve İslam’ın o gün bilinen dünyanın en ücra köşelerine kadar taşındığını görüyoruz.  Ancak tarih her zaman aynı minval üzere devam etmeyebilir. Muazzam bir medeniyet kurmuş olan Abbasi Hilafetinin Moğol istilasıyla çökertilmesinden yaklaşık 40 yıl sonra Söğütte bir yeni gücün ortaya çıktığını görmek ibretlik bir ilahi hikmet olarak görülmelidir. Osmanlı Devletinin Söğüt’te ortaya attığı maya, Abbasi Medeniyetinin Bağdat’ta ortaya çıkması sırasındaki iyi niyette de müşahede ediyoruz.

    Özellikle “Osmanlı Devlet Teşkilatına Medhal” adlı ünlü çalışmanın yazarı hepimizin üstadı kabul ettiğimiz rahmetli İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın  bu çalışmasına baktığımız zaman bu kitapta “Osmanlı Devlet Teşkilatına Medhal” denildiğinde Abbasi Devletinin teşkilatını anlatıyor ve Abbasi Devletindeki kurumları bize intikal ettiriyor. Aslında Osmanlı Devletinin bazı kurumlarda Bizans’tan etkilendiği yönler olabilir, ama teşkilat olarak, devlet yapısı olarak Abbasi Devleti’nin devamı olup aynı teşkilat örnek alınmış ve bu yapı üzerine Osmanlı medeniyeti bina edilmiştir.

    Abdurrahman el-Gâfikî’nin Pirene Dağlarına, oradan Fransa sınırlarına kadar uzanan fetih hareketleri  bu din insanlara ulaştırılırken, diğer taraftan da Çin Seddine kadar uzanan ashap ve tabiun, özellikle Kuteybe İbn Müslim’in fetih hareketleriyle İslam’ın güzellikleri, dinin üstünlüğü, öngördüğü merhametini, şefkatini, muazzam abidevi ilkelerini insanlığa anlatmak üzere uzak diyarlara kadar uzanmışlardı. Kısaca bu tebliğin bir ucu bu gerçekleştiren kitlelerin sayesinde bir taraftan Pirene Dağlarından Fransa’nın önlerine kadar uzanırken, diğer taraftan da Çin Seddine kadar uzanan bir tebliğ hareketinin gerçekleştiğini ve buradaki toplumlara dini ulaştırdığını görüyoruz. İşte bu İslam’ı anlatma hareketleri olan fetihler, muazzam bir medeniyetin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bağdat medeniyeti, o muazzam medeniyet ve o büyük buluşlar, büyük icatlar bu vahiy medeniyeti olarak ifade ettiğimiz medeniyetin ürünleridir.

    Tabii bu çok ayrı bir konu, çok ayrı bir husus, Abbasi ve İslam medeniyetinin Bağdat’ta Beytü’l-Hikme’de ilim adamlarının ortaya çıkardığı medeniyet ve bu medeniyetin Osmanlının son günlerine kadar taşınmış olması ayrı bir konu, ama bizim burada anlatmaya çalışacağımız bir İslam Devleti olarak Osmanlı Devleti nasıl bir anlayış, nasıl bir ruhla ve nasıl bir kültür üzerine bina edilmiştir?

    İslam dünyası iki büyük olayla karşılaşıp iki defa büyük yara almıştır. Haçlı seferleri ile büyük bir yara alıyor ve Kudüs’ü 88 yıl müddetle haçlıların işgaline terketmek zorunda kalıyor. İkinci büyük darbe ve yara ise Moğol İstilasıyla gerçekleşiyor. Harezmşahlar Devletini yıkmakla başlayan Moğol istilası, önce Müslüman-Türk dünyasında büyük tahribatlar yaptı. İşte Anadolu Selçuklu Devletinin Moğolların elinden çektiği sıkıntılar ve bu devletin Moğolların elinde oyuncak haline gelmesiyle Müslüman Türk dünyası büyük yara almış idi.  Diğer taraftan da Abbasilerin Medeniyet merkezi Bağdad’ı yıkıp yıkan Hülagu’nun yaptığı tahribatla İslam dünyası alabildiğine zarar görmüş ve hızla ilerleyen İslam Medeniyeti duraklama dönemine girmişti. Ama bir taraftan Müslümanların bir sıkıntısı ortaya çıkarken, diğer taraftan da onları sevindirecek bir başka olayın Cenabı Allah tarafından yaratıldığını görmek ayrı bir hikmete mebnidir.  Bağdat düştükten 40 yıl sonra Osmanlı Devleti doğdu. Endülüs düşüşe geçerken İstanbul’u fethediyoruz. Moğol istilası Anadolu’yu kasıp kavurduktan sonra Cenabı Allah âdeta bizi sevindiriyor ve Söğüt’te bu topraklar üzerinde bir devlet ortaya çıkıyor. Bu bir müddet önce meydana gelen Moğol istilasının sıkıntılarını gideren bir sevinçti, bir lütuftu, bir ikramdı. Daima sıkıntılardan sonra Cenab-ı Allah mutlaka bir ikramda bulunmuştur. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) halkını İslam’a davet etmek üzere Taif’e gidip orada taşlanıp ayakları, elleri, yüzü kan revan içerisinde yaralandığında Allah ona miraç mucizesini ikram ediyor ve İslam miraç olayıyla adeta yeni bir güç kazanıyor. Bu tarihimizde gördüğümüz birçok olaydan bir tanesidir.

    Söğüt’te Ertuğrul Gazi ve oğlu Osman’ın ve ondan sonrakilerin kurduğu küçük bir beylik, belki bir aşiret obası gibi görünüyor, ama onun derinlikleri olmalıydı. İşte Osmanlıyı kuran ruhun, bu anlayışının çok derinlerde bir uzantısı vardır. Bu uzantı kanaatimize göre, Karahanlıların ilk Müslüman hükümdarı Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın Müslüman olduğu günden beri Türk milletinin kalbine yerleşen bir imandır. Söğüt’te Ertuğrul Gaziyle Osman Gazinin kalbinde bu imanın kökleşmiş bir hali vardı ve bu kök, 625 yıl yaşayacak bir devleti ortaya çıkarmıştır. Bu devleti yıkmak üzere bütün Avrupa devletleri dışarıdan tezgahladıkları hile, desise ve kirli oyunlarla,  içeriden de bir çok hain bürokrat olmasaydı bu koca devlet kolay kolay yıkılamazdı. Bazen böyle temennilerde bulunuyoruz, “ah bir 50 yıl daha yaşamış olsaydı!” Bugün bu muazzam çınar hayatta olurdu. Bir temenni olarak Osmanlı hanedanı 50 yıl daha yaşamış olsaydı, bugün Batı Trakya’dan Yemen’e kadar uzanan, Tebriz’i de, Kafkasları da içine alan bir muazzam bir devlet olurdu.

    Konumuza dönersek, Osmanlının fetih anlayışıyla Bizans’ın Bithynia bölgesinde girilen her nokta, bugünkü Bilecik ve çevresiyle bütün ilçeleri, köyleri, kasabaları -bunları tek tek burada oturup sayacak değiliz, bu konular zaten yazılmıştır- o gün tek tek fethedilerek İslam toprağı kılınmıştı.  Bu bölgenin her bir köyünün, her bir kasabasının fethinde bu ruh yatıyor ve bu ruhla fetihler gerçekleştirilmiş ve bununla bir sonuca varılmıştır.  Osmanlılar hiçbir zaman bir toprak elde etmek, mal mülk ve ganimet elde etmek için ortaya çıkmamıştır. Osmanlının hedefi, bu dini öncelikle Bithynia bölgesinde çürümüş olan Bizans’tan kurtarıp, buraya bir adalet sistemini getirmek, âdil bir devlet anlayışını ortaya koymak üzere oluşturulmuş bir fikir yapısı idi.

    Bursa’nın fethi sürekli olarak Osman’ın zihninde var ve Bursa’yı fethetmek için alabildiğine gayret sarf etmiş olan Osman Gazi’ye değil,  Orhan’a nasip olmuştur. Bu konuda üzerinde duracağımız tek şey Osman Gazinin vefat etmeden evvel oğlu Orhan’la sohbetidir. Bu sohbet Osmanlı Devletinin kuruluş felsefesini, üzerine oturtulduğu ilkeleri, Osmanlı Devletinin ruhunu, imanını, anlayışını, yaklaşımını, devletin hayat felsefesini ortaya koyan bir sohbet ve vasiyettir. Babayla-oğul arasındaki bu sohbette Osman gazi oğluna diyor ki:

    “Oğlum! sana birinci vasiyetim İslam’ın güç ve kuvvet bulması için çalışmandır. Livay-ı şerifi yüksekte tutunuz -yani İslam’ın sancağını- yüceltiniz! İslam’ın sancağını yüksekte tutmak için çalışmanı istiyorum. Bunun yanında daima İslam’a hizmet etmekten asla kaçmayın ve geri durmayınız” Sonra da şöyle devam ediyor: “Halk ve yöneticilere makam ve rütbelerine göre ikramda bulunun” Yani en köşedeki halkın bir ferdinden en üst düzeydeki vezirine kadar herkese ikramda bulunun ve rütbelerine göre de onları elinizdeki nimetlerden faydalandırınız. “Özellikle tabii hususuyla İslam dininin duacıları ve davetçileri olan değerli ilim adamlarına hürmet edesin!” Bu son derece önemli bir vasiyet ve tavsiyedir. Bütün devletlerde ilim adamlarına saygı duyulduğu, ilim adamları önde tutulduğu ve yüceltildiği müddetçe o devlet güçlüdür.  Osman Gazi’nin en önemli cümlelerinden bir tanesi kanaatimizce, devletin ilim adamlarına değer vermesini oğluna ısrarla tavsiye etmesi ve “onlara hürmet edesin” demesidir. Bu önemli bir husustur. Yani devlet başkanının ilim adamlarına hürmet etmesi gerekli olup devletin bekasını sağlayacak unsurlardandır. Bu hem o devlet adamının işgal ettiği makamın gereği, hem de ilmin insanlığa kazandırdığı ufkun bir tezahürü ve mecburiyetidir sanki… Çünkü yine Osman Gazi, İslami ilkeleri hatırlatarak oğluna diyor ki: “İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olanıdır.” Bu Osman’ın oğlu Orhan’a Hz. Peygamberin bir hadisini hatırlatması demekti. “İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olanın sırrına mazhar olasın ve bu sırrı unutmayasın. Benden sonra emirlik makamına geçeceksin. Bu makamın erkân ve levazımatından olan en önemli ilkeleri unutmayasın. Bunlar da ta’zimu’l-umera, ta’zimu emrillah ve eş-şefakatu li-halkillah’tır.

    Bunun anlamı; Allah’ın emirlerini ve ilkelerini yüceltmek ve halka şefkat ve merhamette bulunmaktır. Bu rahmet yukarıdan aşağıya doğru akan rahmettir. Cenabı Allah’ın merhametiyle, rahmeti hükümdarın kalbine yerleştiği zaman ondan da aşağıya doğru halka akar, o rahmet ve dolayısıyla bu halkın hükümdar tarafından şefkat ve merhamet gözüyle bakılması o halk içerisindeki gerçekten insicamı, birlikteliği, ahlakı ve yücelikleri kendiliğinden sağlamış oluyor. Bu ilkeler çerçevesinde Allah’ın kelimesini yüceltirken fisebilillah gazayı asla ihmal etmeyesin ve cihada kendini veresin. Oğlum! işte ben ölüyorum -ki bu makamlar böyledir, senden öncekilere kalmış olsaydı sıra sana gelmezdi deniliyor- ve işte ben ölüyorum, fakat müteessir değilim. Çünkü senin gibi bir halef bırakıyorum.”

    Bu bir baba için, bir devlet adamı için muazzam bir fırsat ve güzel bir davranıştır. Arkasında yaptıklarını sürdürecek, devam ettirecek, o devletin güzel ilkelerini yaşatacak bir halefin olması önemlidir ve “bundan dolayı gözüm arkada değil, ben müsterihim, rahatım. Çünkü senin gibi bir halef bırakıyorum” diyor. Gerçekten de Orhan iyi yetişmiş bir veliyu’l-ahd,  iyi yetişmiş bir halef, iyi yetişmiş bir devlet adamıdır. Bundan kastı şudur: “Çünkü senin gibi bir halef bırakıyorum, ama adil ol.” İşte i Osmanlı Devletinin ilkeleri, o ilk zamanlarda ilk kuruluş günlerinde   ortaya çıkıyor: “Adil ol, merhametli ol, iyi adam ol.” … Toplumda ve devlet yönetiminde bir adamlar var, bir de adamcıklar vardır. İşte burada Osman Gazinin söylediği bu devleti kurup sürdürecek olan iradenin gerçekten güçlü irade ve imana sahip adam/adamların olmasıdır. Yani insanlığın gerektirdiği bütün özellikleri üzerinde bulundurması demektir. “Bütün reayaya eşit olarak bak! ve onların hepsini himaye et.”

     Reayanın bir kısmına, bu beni seviyor, benim taraftarımdır diye böyle bir gözle bakıp diğerlerine farklı bir gözle baktığınız zaman o hükümdarlık olmaz, yöneticilik olmaz. Reayaya hem adalet, hem merhamet, hem şefkat, hem de aynı gözle bakmak hükümdarın kesin en önemli özellikleri olmalıdır.

    Osman Gazi sözlerine devam ediyor: “İslam dinini neşretmeye devam et ve bütün bu İslam’ın emirlerini de insanlığa öğret.” Burada sadece halkına öğret demiyor, insanlığa öğret diyor. Çünkü gazanın asıl maksadı odur, dini bilmeyen bu konuda bilgisi olmayan insanlara dini öğretmek ve güzelliklerini ulaştırmaktır.  Dini zulmün olduğu yere götirmek ve zulmü yeryüzünden kaldırıp yerine adaleti tesis etmektir. Bir Adalet Toplumu oluşturmaktır. İslam’ın adaletini o adaletin olmadığı topraklara ulaştırmaktır. Gazanın maksadı budur! Yeryüzünde hükümdarın vazifesi budur diyor. Bu son derece önemli bir cümle: “Yeryüzünde hükümdarın vazifesi bütün dünyaya İslam’ı öğretmeye çalışmaktır. Ancak bu suretle Allah’ın lütfuna nail olabilirsin. Başka türlü olamazsın. Bilmediklerini ulemaya danış ve sor” diyor. Çok önemli, yani ulemayı öne çıkaran yöneticiler ve yönetimler uzun yaşamıştır, ama ulemayı elinin tersiyle kenara iten, kenarda tutan ve bunlara değer vermeyen yönetimler ve devletler hiçbir zaman yükselememişlerdir. Çünkü “ilim yol göstericidir”     diye bir söz vardır- ilim hidayete götürür, ilim doğruluğa ve güzelliğe götürür. Bundan dolayı “o ilim adamlarına hürmet et ve onlara bilmediklerini sor.” Bilmediğini ilim adamlarına soran bir hükümdar gayet tabii ki bilmedikleri konusunda aydınlanacak ve devleti daha iyi bir usulle yönetecektir.

    “Bir şey bilmeden sakın harekete başlama, bir konu hakkında her şeyi bilmeden sakın karar verme,” sakın hareket etme, iyice düşün ve ondan sonra hareket et. “Sana mutî olanları hoş tutasın” Yani sana itaat edenleri hoş tutasın, ama öbür taraftan da “bütün reayaya aynı gözle bakasın” diyor. Devleyi ayakta tutan ilkelerden biride budur. Son söz olarak da “Ben ölünce beni Bursa’da Gümüşlü Kümbete defnedesin” diyor. Çünkü Osman Gazi, Bursa’nın fethini bir an evvel arzu ediyordu ki hasta yatağındayken müjde geliyor ve Bursa fethedilmiştir müjdesini alıyor. Bunun üzerine; “Beni de oraya götürün, defnedin” diyor.

    Bu vasiyette gaza ve cihadın devam ettirilmesi anlayışının olduğunu açık bir şekilde görüyoruz. Bu da ilmin ve imanın bulunmadığı diyarlara taşınması demektir. Bu konuyu çok net bir ifadeyle anlatmak gerekirse; gerçekten adaletin, merhametin, şefkatin, iyi yönetimin, ilmin ve imanın olmadığı bölgelere İslam’ı götürmek gazadır, yoksa sadece kuru kuruya savaşmak ve sırf toprak elde etmek için o uzak diyarlara gidilmiyor. Osmalı orduları Çimbi’den Trakya sahillerine tırmanırken, Orhan’ın oğlu Süleyman Şah karşı sahile geçerken, Çanakkale Boğazını aşıp Avrupa yakasına adım atarken gaye ve hedefi toprak elde etmek değildi. Gaza beyleri, o günkü hem Bithynia bölgesi, hem Trakya bölgesinin büyük sefalet içerisinde olduklarını görüyorlardı. Bizans topraklarında büyük sıkıntılar vardı. Bizans bitmiş artık, köhnemiş bir yönetim ile yönetiliyordu. Aynen bugünkü Avrupa gibi aynı durumu yaşıyordu. Hiç bu söylediklerimizi sakın yadırgamayın, bugünkü Avrupa, Bizans’ın köhnemiş olduğu son günleri yaşıyor. Bizans köhnemiş, bitmiş, tükenmiş, çürümüş bir toplumu sürdürmeye çalışıyordu. Ama Osmanlı gazileri bu çürümüşlüğü gidermek insanları kötü yönetimlerden kurtarmak istiyorlardı. Osmanlılar önce  Bithynia’yı kurtarıyor, Bithynia’ya İslam’ı yayıyor, bölgeyi Müslümanlaştırıyor. Önden abdallar giderken onları diğer ilim adamları takip ediyordu. Bunlar zemini hazırlarken  arkasından fetih, fatihler gidiyordu. Bu gaza anlayışıyla bütün Marmara Bölgesini adalet kaplamış oluyordu. Bithynia bölgesinin ardından Trakya’ya adalet götürülmüştü.

     Osman Gazi vasiyetinde İslam’ın güç ve kuvvet bulması için çalışılmasını emrediyordu. Osman Gazi oğlu Orhan’a, devletin ayakta durmasını sağlayacak olan livay-ı şerifi yüksek tutmak, yani Allah’ın ilkelerini, emrettiklerini, Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara öğretmek ve bunları yüksekte tutmak ilkesini hatırlatırken, “İslam’a hizmetten asla geri kalma” derken bu fetihlerle adaletin dünyanın diğer bölgelerine ulaştırılması için gayret edilmesini kastediyordu. Bu bütün hükümdarların, bütün yöneticilerin yapması gereken budur. Eğer gerçekten bir yönetici, “ben Müslüman’ım” diyorsa yapması gereken şey İslam’a bu hizmeti yapmaktır. Osman Gazi “Halka ve yöneticilere makam ve rütbelerine göre ikramda bulunmalarını istiyor”, ama bazen görüyoruz ki devlet adamları tarih boyunca bir ilim adamından hoşlanmadığı zaman onu çok rahat bir şekilde kenara itmeye kalkışabilirler. Ancak yaptıklarının yanlış olduklarını sonradan fark etmişlerdir ki bu da zaman içinde zararlara yol açmıştır.  Hükümdar ilim adamını hemen elinin tersiyle kenara itiyorsa, bu yanlış bir davranıştır ve arkasından çürümüşlüğü getirir. İlim adamlarına olan saygı ne pahasına olursa olsun sürmelidir.

    İslam dininin davetçileri olan ilim adamlarına hürmet etmek onların sahşp olduğu tecrübe ve ilimdir. Onun için onlara hürmet, ilimlerine hürmettir. Faziletli kişiler devletin bünyesinin gücüdür. Devletin bünyesini ayakta tutmak o ilim adamlarıyla mümkündür. Sağlıklı bir vücut neyle mümkün olur? Gerçekten bakımlı ve sağlıklı yaşamayla mümkündür. Devletler de aynı şekilde sağlıklı düşünen insanların beyinleri üzerine bina edilir. Bu güçlü beyinler, ilimle mücehhez olan zihinler devletin sağlıklı olmasını sağlar ve bu şekilde bu büyük şahsiyetlerin bilgi ve tecrübeleri üzerine devlet bina edilir.

    Genel olarak Osmanlı Devleti yöneticilerinin adil, merhametli ve şefkatli olması, reayaya bütün haklarını vermesi, ilim adamlarına olan bağlılıklarından kaynaklanır. Bu ilim adamlarının İslam’ı neşretmeleri, dünyaya ve İslam diyarının dışındaki bölgelere insanların bilmediklerini götürmeye çalışmaları, her şeyi inceden inceye hesaplayarak hareket etmeleri, Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gaziye: “düşünmeden bir iş yapma” sözünde düğümlenmiştir. Gazi ve Sultanların, yaptıkları her işi düşünerek yapmaya çalışmaları, Osmanlı Devletinin en önemli özelliklerinden birisidir. Bu da sultanların ilk günden beri sorumluluk duygusuna sahip olmalarından kaynaklanır. Doğruyu eğriden ayırt etmeleri, haram ve helale dikkat etmeleri ve devlet kademelerinde görevlendirdikleri kimselerin da bu ilkelere sahip olmalarını sağlamaları devleti ayakta tutan anlayış ve ruhtur.

    Osmanlı Sultan ve yöneticileri bu ilkeleri devam ettirdikleri müddetçe bu devlet sosyal, idari, siyasi, ekonomik hayatında hep başarılı olmuştur. Çünkü devlet ilk gününden beri bu ilkeler üzerine bina edilmiş ve bunlar yönetimde hep önde tutulmuştur. Yönetimlerin kul haklarına çok iyi riayet etmeleri halinde reayanın desteği hep devletin yanında olmuştur. Reayanın hakkına riayet ettiğiniz zaman arkanızda durur, ama reayanın haklarını çiğnediğiniz zaman, onları küçümsediğinizden ve kenara attığınızdan dolayı arkanızda durmaz ve desteğini de geri çekerler. Dolayısıyla kul hakkı son derece önemlidir. Devlete sadakate bağlılığı getirir. Eğer bir halk, hükümdar tarafından kendilerine merhamet ve şefkat gözüyle bakıldığını görür ve hissederse, devlete sadakatle bağlı olur. Sadece halk değil öncelikle ilim adamları devlete sadakatle bağlı olurla. Bu bilge kişiler devlete sadık oldukları zaman devlet uzun yaşar. Sultan, Bey ve yakın arkadaşlarının, vezir ve bütün idarecilerin, yani bugünkü tabirle bürokratların, ilim adamlarının halk arasında halkla birlikte olmaları ve halka yakınlık göstermeleri, devleti yaşatır. Yöneticiler fildişi kulelerinde oturup saltanat sürerlerse, devlet içten içe oyulur ve zayıflar. Onun için yöneticilerin halk içinde halkla beraber olmaları gerekir. Yöneticilerin insan hak ve hürriyetleri korumaları önemlidir. İşte Osmanlı yöneticileri, insanların ve bütün reayanın hak ve hürriyetlerini iyi korumuşlardı. Fethettikleri topraklarda bulunan Hıristiyanların kiliselerine asla dokunmamışlardır,    

    Osman Gazi oğluna:“Devlet teşkilatında ve kurumlarında ciddiyete önem ver” diye tavsiyede bulunması da önemli bir devlet ilkesidir. Devlet dairelerinde eğer ciddiyet olursa o devlet her zaman güçlüdür, ama lakaytlık olursa, o zaman devletin bünyesinde çürümüşlük başlar. İşte bundan dolayı devlette ciddiyet esastır, devlette ciddiyet devam ettiği için o devlet 625 yıl yaşa yaşamıştır. Devlet teşkilatında bunların yanında vakıflara önem verilmesi emredilmiş ve vakıfların mutlak surette korunması istenmiştir. Gayrimüslimlerin, yani zımni tebaanın hukukuna riayet edilmesi, şefkat ve merhametle onlara da yaklaşılması emredilmiştir. Devlette ırkî unsur ve yaklaşımlar değil, ümmet anlayışı hakimdi. Osmanlıda herhangi bir şekilde bir ırk ayrımı asla yoktur ve bünyesinde 25’ten   fazla ayrı ırk yaşıyordu. Osmanlı Devletinin, Rum’undan Arnavut’una, Boşnak’ından Sırp’ına, Farisi’sinden Arap’ına kadar çok farklı kitlelerin yaşadığı bir devlettir ve hiçbir zaman hiçbir gruba ve kitleye etnik farklılık gözüyle bakmamıştır.

    Osmanlı yönetimi halkına ümmet gözüyle bakmış ve bir hilafet devleti olarak İslam’ın orta dönem medeniyetini 300 yıl müddetle ayakta tutmuş, İslâm medeniyetinin varlığını sürdürmesini sağlamıştır.

    İslam Medeniyeti 13. Yüzyıldan sonra yavaş yavaş duraklıyor, ama 1300’den 1650’lere kadar Osmanlı Devleti eliyle varlığını devam ettirmiştir. 1650’lere gelinceye kadar Osmanlı Devleti, ilmi ve iktisadi olarak Avrupa’nın sahip olduğu ilmi seviyesinde durabilmeyi başarmış ve İslam medeniyetini 17. Yüzyıla kadar ayakta tutmuştur. Ancak ondan sonra gayet tabii ki Avrupa’da farklılıklar oluşuyor. Sanayi devriminin olması ve daha sonraki dönemde elektronik ve dijital sistemin ortaya çıkmasıyla farklılıklar oluşmuştu. Fakat bugün İslam medeniyetinin Batı dünyasında hâlâ izleri vardır.   İslam medeniyetinin Avrupa medeniyetine etkileri ve bugünkü Avrupa’nın medeniyetinin köklerinde yatan İslam medeniyetinin olduğunu söylememiz mümkündür. Osmanlının izleri hâlâ Batı Trakya’da, Sırbistan’da,  Arnavutluk’ta varlığını sürdürmektedir. Osmanlı fatihlerinin çocukları bugün Batı Trakya’da, Arnavutluk’ta, Sırbistan’da ve Bosna’da hala  Müslüman bir kitle olarak varlıklarını devam ettirmişlerse bu varlık, Osmanlı Devletinin bereketi ve arkasında bıraktığı birikim, kültür ve ruhtur.

TV PROGRAMLARI

  • İSLAM TIP TARİHİ DERSLERİ
  • Filistin davası ve Türkiye'nin rolü
  • Rektörlerden Darbeci Baskısı
  • Ahmet Ağırakça
  • KURAN'DA MÜSLÜMAN ŞAHSİYETİ
  • Filistin Bizim İçin Ne İfade Ediyor?
  • Seyyid Kutup / Fizilal'il Kur'an 03/03
  • Her Müslüman Bir Dava Adamıdır