GÜNCEL YAZILAR

  • 28 Şubat'ta Üniversitelerimiz / 29-08-2013

     

    Üniversiteler, adil ve en azından insaflı sistem ve rejimlerde genellikle toplumların önünü açan, düşünce özgürlüklerinin toplum içinde her zaman yaşanmasından yana olan ilim ve fikir adamlarının barındığı, ilim-araştırma yuvaları olarak kabul edilir. Tarih boyunca ümmetlerin önünü açmış olan ilim ve fikir üreten bu kurumlar, siyasilerin egemenliğinden ve zorbalıklarında uzak tutulmaya çalışılmıştır. Ancak bu durum her sistem ve rejimde ve her dönemde mümkün olamamıştır.

    Ancak bilinen bir husus olarak da her dönemin kendine özgü bir adalet anlayışı vardır. Zalim ve diktatörler her zaman başkalarının ve özellikle hakkı savunanların sırtına basarak yaşamaya ve makamlarını korumaya çalışırlar. Onlar bu adaletli yüzlerini (!) bu davranışlarıyla kendi tarihlerine kendi elleriyle kazımışlardır.

    Tarih boyunca sahneden eksik olmayan Neronlar ve Neron yandaşlarının ismi hep zulümle ve gaddarlıklarla birlikte anılırken, arenalarda aslanlara yem yapılan mazlumlarla, bu zalim sistemlerin ayakta durması için susturulan mağdurlar ise hep güzellikle ve hayırlarla anılmışlardır.

    Ülkemizde eksik olmayan askeri darbelerin sonuncusu ve post-modern olanı 28 Şubat askeri müdahalesiydi. Bu askerî müdahale sürecinde üniversiteler maalesef ilim yuvaları olarak kabul görmekten daha çok, hukuku ve akademik unvanları tanımaz zorba yöneticilerin elinde bir baskı aracı olan “yüksek lise” düzeyinde birer öğretim kurumları idi. Ve hala o zorbalıklarını diğer yandaş kurumlarıyla birlikte sürdürmektedirler.

                   Dünyanın en geri kalmış Afrika ve güney Asya ülkelerinde bile akademik araştırma kurumları olarak kabul edilen üniversitelerde ilim adamları söz ve düşünce özgürlüğüne sahip olup akademik özerkliğin verdiği zevk ve yetkiyle araştırmalarını yapabilmektedirler. Zorba ve zalim krallar devri hariç dünya tarihinin hiçbir diliminde ilim adamlarına baskı yapılmamış ilmi haysiyetlerine halel getirilmemiştir. İlim adamlarının tarih boyunca istediklerini yazma ve söyleme hakkına sahip oldukları herkes tarafından kabul edilen bir kuraldır. “Profesör” demek: Kendi düşüncesini istediği gibi, istediği her yerde serbestçe söyleyebilen kimse demektir. Saltanat dönemlerinde bile ilim adamlarına saygı duyulmuş ve yazdıkları eserlerinden dolayı hükümdarlar tarafından kitaplarının ağırlığınca altınla ödüllendirilmişlerdir. Ama çağımızda bir akademisyenin yazdıkları ve düşündükleri takibata uğruyor ve gerektiğinde hakkında soruşturma açılıp sorguya çekilebiliyor.

    Bugün dünyanın en geri kalmış diktatör rejimlerinde bile ilim adamlarının düşünce, konuşma ve yazma özgürlüğü varken 28 Şubat sürecinde üniversite hocaları rahatça konuşamadı, rahatça yazamadı, düşüncelerini hiçbir zaman korkusuzca ifade edemediler.

    28 Şubat sürecinde Üniversitelerimizin akademisyenleri ya tamamen üzerlerine ölü toprağı serpilmişçesine suskun ve dillerini yutmuş dut yemiş bülbüllere döndüler. Konuşup ağızlarını açınca da kendilerini üniversitelerin dışında gördüler. Konuşmak, yazmak, üretmek, akademik ürün vermek bir yana en küçük bir salonda küçük bir kitleye konuşma yapmaktan, bir gazete makalesi yazmaktan bile korkup çekindiler. Konuşan ve düşüncesini açıkça ifade edenlerle olan dostluklarına bile korkularından son verdiler.

    Bu süreçte kimse doğru dürüst konuşup yazamadı. İlim adamları yazdıkları ders kitaplarında bile ürkerek bir düşünceyi yansıtmaktan çekindiler.  Bir düşünce veya siyasi bir konuda yazmak biryana, hatta bir gramer kitabında verdikleri eğitici ve özgürlüğü öğretici bir gramer kaidesi örneği bile takibata uğradı. 28 Şubatçıların hoşuna gitmeyen bir gramer örneği veren bir profesör görevinden alınıp yıllarını verdiği üniversiteden atıldı. Bu süreç içinde bir çok akademisyen soruşturma geçirdi ve çoğu haksızca cezalara çarptırıldı. Üniversite hastahanelerinde çalışan bir çok bayan doktor ve hemşire cezalandırılarak dinlerinin bir gereği olarak başlarını örttüklerinden dolayı görevlerinden uzaklaştırıldılar.

    Böyle bir despotizm, böyle bir zulüm dünyanın hiçbir ülkesinde mevcut olmadığı gibi asla görülebilmiş değildir. Bu üniversitelerde 21 yıl önce yazılmış bir kitap hakkında soruşturma açıldığı söylense, hukukun ve cezaî müeyyidelerin 21 yıl müddetle geriye işletildiği anlatılsa inanılacak bir olay olarak kabul edilemez.  Hem zaman aşımı hem düşünce özgürlüğü açısından böyle bir uygulama gerçekten insana şaka gibi geliyor. Ama biz bunları unutulmayacak gerçek olaylar olarak yaşadık. Yaşadık ama başımız dik alnımız açık olarak yaşadık. Bir kimsenin malını çalmamış, yolsuzluklar yapmamış, üniversitelerde porno film oynatmamış yüz kızartıcı suçlar işlememiştik. Zira bunları yapanlar Danıştay tarafından görevlerine iade edilirken mağdurların ise mağduriyeti devam etti. Bizler ise, kızlarımızın eğitim haklarını ve başörtülerini savunmuştuk. Ama konuşmanın bile yasak olduğu bir ortamda olduğumuzu, Batı Çalışma Grubunun emrinde olan komitacı bir rektörün amirimiz olduğunu bilmiyorduk. Evet zulme uğradık, ancak bu zulmü ve bu zalimleri gittiğimiz her yerde, her şehir ve her ülkede anlattık. En önemli olanı bu olup biten zulümleri öğrencilerimize ve çocuklarımıza anlattık. Bu zulüm örneklerini ve haksızca uygulamaları, akademisyenliğe gölge düşürecek ve faillerinin yüzleri varsa şayet, onları utandıracak davranışlar olarak tarihe yazdık. Ayrıca bütün bunları bizden sonraki nesillere unutamayacakları hatıralar olarak bıraktık. Nesillerimiz bu zulüm örneklerini zihinlerinin bir köşesine kaydettiler.

     Bu mazlumların nesilleri gelecekte babalarının üniversiteden hangi nedenlerden dolayı atıldıklarını, bu dönemlerde nasıl zulümlerin yaşandığını dinlesin ve onlar da kendi çocuklarına anlatsınlar istedik. Ve bu dram nesilden nesile aktarılsın da dünya tarihinin her diliminde Neronların eksik olmadığını görsün ve yapılan zulümleri unutmasınlar diye her şeyi onlara anlattık. Onlar da bu süreç içinde hangi zulümlerin yaşatıldığını kendi çocukları ve öğrencilerine anlatsınlar da hangi ideolojiler adına akademisyenlerin nasıl kurban edildiklerini görsünler.  Bu despot idareciler, firavun ve Neronların listelerinde yerlerini alsınlar. Sonradan gelen nesiller bunları okusun istiyoruz. Başörtüsü zulmü yapanlar dünya ve ahirette perişan olacaklardır.

    Tarihte yaşanan olaylar kaydedilir ve bunlar zamanla tarih olur. Zulüm yapanlar ya zulümleriyle anılır veya isimleri tarihten silinir giderler. Ama kimlerin ismi tarihte yaşatılır? Mağdurlar mı yoksa gaddarlar mı tarihte iyilikle anılır? Hepimiz artık bugünden bir şeyler müşahede etmeye ve zalimlerin yeni nesiller tarafından nasıl nefret ve lanetle anıldıklarını görmeye başladık.

    Peki bu 28 Şubat sürecinde haksızca üniversiteden, kamu görevinden çıkarılıp hiçbir savunma hakkı tanınmadan çoluk çocuğuyla birlikte özlük haklarından yoksun bırakılan ilim adamlarının nesilleri, zalim ve gaddar yöneticilerin nesillerine hangi gözle bakacaklardır? Oysa ki hukukta suçların şahsiliği kabul edilmesine rağmen cezalandırılan bir kamu görevlisinin aile ferdleri de onunla birlikte gerektiğinde açlığa ve maaşsızlığa mahkum edilmesi bir hukuk cinayeti olarak kabul edilmektedir.

                 Şahsen 28 Şubatta yaşadığım olaydan dolayı üzgün değilim. Ancak akademik bir kurum olan İstanbul Üniversitesinde akademisyenlerin, meslektaşlarımın vicdanları sızlamadan kiralık tetikçi olabilmelerine üzülüyorum. “Koca koca adam ve koca koca profesörler tetikçi olabiliyorlar demek” diyerek gülüp geçtik. Ama bunları tarih kaydetsin diye de yazmamız gerektiği için yazıyoruz.

    Sadece hukuk ihlalleri karşısında susulmaması gerektiğini savunan mazlum kız öğrencilerine sahip çıktığım için üniversite öğretim üyeliğinden ve kamu görevinden atıldığımı söylediğimde bana hiç kimse inanmıyordu. Olayı işitenler kulaklarına bile inanamıyordu. Sırf bu suçla itham edilip bir akademisyen hakkında soruşturma açıldığını duyan vicdanlı akademisyenler de ah vah etmekten öte bir davranış sergileyemiyorlardı.  Ama bunların da sarı öküz ile siyah öküz hikayesini okumadıkları muhakkaktır. Kimsenin mağdur olmasını asla istemiyorum, çünkü mağduriyetin acı tadını ben almıştım.

                 28 Şubat sürecinin zulüm sembolü olan Rektör Alemdaroğlu gittiği her fakültede benim görevden atılmamdan sözederek bunu diğerlerine gözdağı vermek için yaptığını söyleyip akademik kurullarda anlatıp durmuştu. Sonunda Alemdaroğlu da onunla aynı düşünceyi savunan kimseler tarafından görevden alındı. Ancak o, üniversite bünyesindeki yolsuzluklardan dolayı görevinden alınırken, ben ise özgürlük ve eğitim haklarını savunduğum düşüncemden dolayı görevden alınmıştım… Aramızdaki fark  oldu…

                Bu süreçte üniversitelerde onlarca öğretim üyesi görevlerinden atıldı. Bunların çoğu işsiz kalıp bir kısmı Sosyal Dayanışma Vakfı’nın sadakalarıyla geçinmek zorunda bırakılmışlardı.

    Zulmün sonunun olduğuna her zaman inanmış bir kişi olarak Ziya Paşanın dediği

    “Zâlim bir zulme giriftâr olur âhir,

    Elbette olur ev yıkanın hânesi virân”

    sözünün önemli bir gerçeği yansıttığına inanıyorum.

                Ancak bu keyfi uygulamaların son bulacağına ve bir gün gelecek bu ülkeye tekrar akademik vicdan ve özgürlüğün hâkim olacağına inanıyorum.

      Prof.Dr. Ahmet Ağırakça

TV PROGRAMLARI

  • İSLAM TIP TARİHİ DERSLERİ
  • Filistin davası ve Türkiye'nin rolü
  • Rektörlerden Darbeci Baskısı
  • Ahmet Ağırakça
  • KURAN'DA MÜSLÜMAN ŞAHSİYETİ
  • Filistin Bizim İçin Ne İfade Ediyor?
  • Seyyid Kutup / Fizilal'il Kur'an 03/03
  • Her Müslüman Bir Dava Adamıdır