Fikriyat Yazıları

  • İslam Davasının Gerektirdikleri ve Bizler / 14-01-2018

    Müslüman'ın yaşama biçimi, hayat felsefesi, siyasi yorumu ve anlayışı ile mücadele anlayışını birbirinden ayrı tutması mümkün değildir. Zira imanı gereği belli bir yaşama şeklini sürdürmesi, kendine özgü bir hayat anlayışına sahip olması inancından kaynaklanmaktadır. Allah inancına sahip olan bir mü'minin bu inancını zedeleyecek bir amel veya bir yaşama anlayışına sahip olması düşünülemez. İman, amel etmeyi gerektirir. İslam'ın toplum hayatına, yönetim biçimi ve yargısına, siyaset ve hüküm koyma ilkelerine hâkim olmadığı ortamlarda yaşamak zorunda olan bir mü'minin inancının gereklerini yerine getirmesi konusunda ortama uyup, Allah'ın kendisine bir kul olarak yüklediği sorumluluklara karşı lakayt olamaz.

    Peygamberlerin ve özellikle ilahi mesajın son tebliğcisi olan Resulullah Muhammed'in (s.a.s) sahip olduğu sorumluluk, yüklendiği görev, Mekke şirk toplumu içinde takındığı tavır, ortaya koyduğu mücadele azmi ve anlayışı, bütün Müslümanlar için vazgeçilmez bir metot ve bir hayat tarzıdır. Müslümanların şartlara ve ortama göre belli kurallar çerçevesinde inancı zedelemeden ve İslamî mücadeleden vazgeçmeden zaman zaman farklı stratejiler uygulamaları mümkündür. İslamî tebliğ ve mücadele sürecinde belki her zaman aynı ve tek düze bir üslup kullanmak mümkün olmayabilir. Fakat bu gibi dönem ve ortamlarda da Rasulullah'ın söz konusu ettiğimiz tavır ve tutumundan ayrılarak uzlaşma, ılımlılaşma ve hatta liberalleşerek batı tarzı bir hayat biçimi benimsemesi bir Müslüman için asla söz konusu değildir.

    Müslüman hangi şart ve ortamda olursa olsun belli ve kesin nasslarla sabit olan hükümleri ve İslam'ın iman ilkelerini zedeleyecek yaşama biçimine giremez. Bu konuda kulların mazeret ve felsefe yapma hak ve salahiyetleri yoktur. Bizler belli bir sınır ve ilkelere sahip olan bir ortamda yaşıyorsak bu ortamın kendine özgü şartlarında mücadelemizi sürdürmek zorundayız. Kur'an'ın emrettikleriyle Hz. Peygamberin uygulamaları ve hayat tarzını hiçe sayacak bir anlayış bizden sâdır olmamalıdır. Ülkemizde İslami tebliğ ve eğitim çalışmalarının sürdüğü 80 yıllık dönemin farklı zaman dilimlerinde farklı farklı ictihadlarla mücadele metotları ve usulleri uygulanmıştır. İslam düşmanlığı üzerinde bina edilmiş dönemlerin despotluğunun uygulamalarına karşı ilkeli bir duruş sergilemeye çalışan bir kesim her zaman var olagelmiş ve her zaman da var olacaktır. Ancak ümmetin imanından kaynaklanan bazı hassasiyetlerin farkına varan İslam düşmanları zaman zaman farklı siyasetler izlemiş ve bu hassasiyetleri yumuşatmak için belli stratejiler uygulamıştır. Ezanın on sekiz yıl müddetle minarelerden Türkçe okutulması, Kur'an öğreniminin yasak olması, İslami örtünün kesinlikle toplumsal hayattan uzaklaştırılması, kılık kıyafet kanunu, takvimin değiştirilmesi, tatilin Pazar günü olması, nikâhın Allah ve Resulü adına değil de, İsviçre Medeni kanununa uygun olarak kıyılması sistem ile Müslümanlar arasında belli ve kalın çizgilerin çizilmesine sebep olmuştu. Osmanlı sonrası ilk dönem neslin yetiştiği günlerde, o yılların ve ötekileştirilmenin etkisiyle takvimden söz açıldığı zaman: "Bizim hesabımıza göre bu gün ayın şu kadarı, hükümetin hesabına göre ise şu kadarı" der ve kendilerini yöneticilerden ayrı tutarlardı. Çünkü o neslin kullandığı takvim hala hicrî takvim idi, Gregoryen takvimini asla benimsemediler ve bu tavırla vefat edip gittiler. Dedelerimiz ve babalarımızın kullandıkları bu tabiri ben hep çok önemsemiş ve her yerde anlatmışımdır: "Bizim hesabımız ve Hükümetin hesabı" tabiri… sizi düşündürtüyor mu?

    Farklı bir hayat anlayışına sahip olduğunun bilincinde olan, bazı dayatmacı uygulamalarla karşılaştıkları 1920'li ve otuzlu yılların getirdikleriyle yaşamak zorunda kalan o nesil, imanının gereğini belli bir üslupla dile getirirdi. Bu üslup belli bir mücadele sürecini devam ettirmiştir. Ancak bu hassasiyetlerin farklı bir kitlenin oluşmasına yol açacağını gören sistemin o günkü batıcı yürütücüleri ezanı Türkçe'den tekrar Arapça'ya çevirip ümmetin bu sıkıntılarını çözdüğünü göstererek İslam ile taban tabana zıt bir sistem ve yönetimi şirinleştirmenin yollarını bulmuşlardı. Bir kesim demokrat partinin uygulamalarıyla birlikte yıllardır sürdürdüğü net İslamî tavrını yavaş yavaş geride bıraktı. 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra bu müdahaleyi kabullenemeyenler bütün tepki oylarını Adalet Partisine ve Süleyman Demirel'e kaydırdılar. 1980 darbesinden sonra da bu tepki Özal dönemini ortaya çıkardı. Ancak maalesef şirin gibi duran bu iktidarların bir kesimimizin de uzlaşmacı tavırlar sergilemelerine ve asıl çizgiden uzaklaşmalarına da yol açtığını ve hayat tarzımızı farklılaştırdığını biliyoruz. Bugün de bir kesim daha, iktidara en yakın dost ve arkadaşlarımızın gelmesiyle sanki her şey bitti İslam'ı hakim kıldık anlayışına kapılarak dönemin getirdiği refah düzeyiyle birlikte hayat tarzını liberalleştirip batı tarzı aile ve ahlak yapısına doğru kaymasından endişe duyuyoruz. Bu da bizi daha da uysallaştırıp İslamî söylemlerden uzaklaştırmasından korku ile karışık farklı bir endişe taşıyoruz. Ama umarım ki bu korkumuz ileride umuda dönüşür ve bugün kardeşlerimizin geldiği iktidar Müslümanlara rahat bir nefes aldırdığı gibi yeniden bu rahat dönemde İslamî çalışmaların daha köklü hale gelmesi için bunu bir fırsat telakki ederiz.

    12 Eylül 1980 Askeri darbesi ve Özal dönemi öncesine baktığımızda Müslüman kesimlerin kendine has bir İslami mücadele anlayışı vardı. Bu anlayış, yetmişli yılların getirdiği bütün dünyadaki mücadele anlayışlarına paralel olarak ciddi bir İslamlaşma, dine yakınlaşma ve iman gereği yaşama anlayışını önemli sayılacak bir okumuş kesimin hayatına ve ideolojik tavrına yansımıştı. Biz bu dönemde hayatımızı şekillendirdik. Bazı İslami çalışmaların yanında siyasi alandaki bilinçlenme, MTTB, Akıncılar ve Mücadele Birliği çevrelerinde, Düşünce Dergisi'nin oluşumunda, Şûrâ, Tevhid ve Hicret dergilerinin izlediği çizgide son derece ciddi İslami konular gündeme gelmekteydi. Mektep Dergisiyle de yeni bir mücadele şekli ortaya çıktı ve ilk defa Filistin ve Kudüs davası bu derginin yazarları tarafından ciddi bir şekilde Türkiye'nin gündemine getirildi. 1987 sonrasında aylık Mektep Dergisi ve haftalık Vahdet Gazetesi ile Kudüs'ü daha çok konuşmaya, yazmaya ve anlatmaya başladık ve bir daha da bu anlayış ve yaklaşımımızı bırakmadık. O günden bugüne kadar "Kudüs Bizimdir" dedik ve bunu İslam davasının bir gereği olarak gördük.

TV PROGRAMLARI

  • İSLAM TIP TARİHİ DERSLERİ
  • Filistin davası ve Türkiye'nin rolü
  • Rektörlerden Darbeci Baskısı
  • Ahmet Ağırakça
  • KURAN'DA MÜSLÜMAN ŞAHSİYETİ
  • Filistin Bizim İçin Ne İfade Ediyor?
  • Seyyid Kutup / Fizilal'il Kur'an 03/03
  • Her Müslüman Bir Dava Adamıdır