Fikriyat Yazıları
-
Bağdat Asıllı Bir Anadolu Tabibi: Abdullatif el-Bağdadi ve Tıbbi Görüşleri (565-628/1170-1230) (II) / 22-02-2018
Şeker hastalığının karaciğerle ilgisinin olduğunu ilk defa tesbit eden tabip olarak bu alanda yazdığı Makale fi'd-diyabitis veya başka bir isimle el-marad el-musemma diyabitis adlı eseri dünya tıp tarihinde önemli bir çalışma olduğu kanaati yaygındır.
Daha önceki dönemlerde Çin ve Grek tabipleri tarafından bilinen şeker hastalığının Abdüllatif el-Bağdâdî tarafından karaciğerden kaynaklandığının ilk defa tesbit edilmiş olması, İslâm tıp tarihinde önemli bir buluş olarak kabul edilmektedir. Çin ve Grek tabipler bu hastalık hakkında "ballı idrar hastalığı" diye Türkçe'de ifade edebileceğimiz bir isimle anmışlardı. El-Bağdâdî bu hastalığın belirtileri olarak çok idrara çıkmak, çok aşırı susamak, bu da çok su içmek ve ardından da idrara çıkmak, içilen suyun vücuda bir fayda sağlamadan çok hızlı bir şekilde böbrekten geçmesi ve dışarı atılması, ardından vücutta bir kuruluğun görülmesine sebeb olması vb. hususları saymaktadır. Ondan önce gelen tabipler şeker hastalığının sebebi olarak pankraes'in insülini ifraz etmedeki zayıflığı olarak kabul ederlerdi. El-Bağdadî ise "bunun asıl sebebinin karaciğer'in aslî fonksiyonunu yerine getirememesi olarak ifade etmiştir. Ayrıca şeker hastalığının tedâvi yöntemlerini geliştirerek yapılması gereken perhizleri anlatmış ve yenilmemesi gereken gıdaları sıralamış ve bu hastalığın tedâvisi ve tedâvi yöntemleri ile bu hastaların almaları gereken gıdalar hakkında önemli bilgiler vermiştir.
Batı Avrupa'da Willis tarafından 1674 yılında şeker hastalığının ilk belirtileri olarak, idrarın tatlılığı hakkında bilgi verdiği iddiaları son derece tutarsız iddialardır. Willis'ten sonra Dobson'un idrardaki bu tatlılığın sebebinin vücuttaki şeker olduğunu, daha sonra 1835 yılında Bouchardot'un da bu şekerin glikoz olduğunu söylemesiyle batı'da ilk defa bu hastalık tam olarak XIX. yüzyılda tanınmıştır. Halbuki Abdullatif el-Bağdâdî bu hastalığı VII./ XIII. yüzyılda keşfetmiş ve aynen bugün bilindiği teşhislerini ortaya koymuştur.
Değerli ilim adamının bu değerli eseri son dönemlerde Dr. Poul Galyoncu ve Dr. Said Abduh tarafından 1972 yılında Kuveyt'te neşredilmiştir.[1] Bu eserin Hüseyin Çelebi Kütüphanesi no: 833/11 'de kayıtlı bir mecmua içinde 131a-149a varakları arasında 622 h. yılında yani müellif hayatta iken istinsah edilmiş bir yazma nüshası bulunmaktadır.
Bütün bu çalışma ve araştırmalarıyla önemli bir ün kazanan Abdullatif el-Bağdadî, Galenos'tan yararlanmasına rağmen deneylerine dayanarak özellikle anatomi konusunda onu eleştirmiş ve bu Yunan tabibinin birçok yanlışlığını tesbit etmiştir. Ayrıca Müslüman tabip ve filozoflardan en çok İbn Sînâ'nın izleyicisi olduğu kabul edilir. O felsefe'de de Farabiyi eleştirip İbn Sînâ'nın görüşlerini daha çok tasvip etmektedir.
Abdüllatif el-Bağdâdî başarılı bir filozof ve tabip olarak yazdığı birçok esere sahip olmasına rağmen bu eserlerinden bize intikal edebileni çok az olmuştur. Bu eserlerin muhtemelen büyük bir kısmı Moğolların Bağdad'ı istila ve yakmaları sırasında kaybolup gitmiş ve sadece isimleri kalmıştır. Ancak bize intikal eden eserleri de Bağdat'ta yaşayan tabipler içinde onun mükemmel bir tabip ve filozof olduğunu ortaya koymaya yeterli olmuştur.
Abdullatif el-Bağdâdî ilmî anlayışını ortaya koyarken ve kendisinden sonra gelecek nesillere öğütlerde bulunurken son derece önemli ve ilim adamları için bâkir sayılabilecek öğüt ve önerilerde bulunur, şöyle der: "İlmi ilk etapta kitaplardan almadan önce hüsn-ü zan ile yaklaşıp da her bilginin doğru olduğuna aldanma. Acele etmeden elde ettiğin bilgilerini önce kendin kontrol et, sonra ilim adamlarına danış, ilim adamlarının kapılarını anlamakta ter dökmeyen ve yorulmayan kişi yeterli bilgi sahibi olamamış kimsedir. Öğrenmenin sıkıntılarını çekmeyen kimse bilginin verdiği zevki tadamaz."
İlim adamının mutlaka tarih bilmesi gerekir. Geçmiş ümmet ve toplumların hayat hikayelerinden yararlanmayan kimsenin tecrübesi az olur. Kısacık dünya ömrü ancak tarihin uzun asırlarını bilgi ile elde edip geçmiş toplumların deneyimlerini kazanmakla uzatılmış olur. O zaman ilim adamı sanki bu asırlar kadar uzun yaşamış demektir. Ayrıca Hz. Peygamber'in hayatını iyice okuyup onu en iyi örnek olarak bellemek ilim adamı için önemli bir düsturdur. Onun metod ve stratejisini alıp, yaşadığı gibi yaşamak ve insanlarla olan ilişkilerini, hayatını örnek alarak aynen uygulamak ve aynen yaşamaya çalışmak ilim adamını başarıya götürür.
İlim adamı çok şaka yapmaktan uzak durmalı, kendisini ilgilendirmeyen hususlarla ilgilenmemeli. Ancak gerektiği anda da söze karışmaktan da asla geri durmamalıdır. Abdullatif bu konuda şunları söyler:
"Bir hakkın alınmasında suskun kaldığın takdirde, bir gün bu haksızlık ve zulmün sana dönebileceğini unutma. Konuşurken gereksiz yere gülüp durma. Gereksiz konuşma, kısa konuş ki oturduğun mecliste bu etkin ve kısa konuşmanın ardından daha güçlü bir sözün gelebileceğini hissettir. İlim adamları asla ölmez onlar yaptıkları ve yazdıklarıyla, geriye bıraktıkları eserleriyle ebediyyen yaşayan kimselerdir. Gerçek ilim adamı ilim binasına tuğlalarını yerleştirmesini bilen kişidir. İlim adamı okuduğu kitâbı iyice kavramalı ve bu kitâbın bir gün tamamen kaybolup gideceğini düşünerek ona göre içeriğini adeta ezberlemelidir. Bir eseri okurken ikinci bir esere hemen atlamamalı. Bir eseri iyice tetkik edip bitirdikten sonra bir başkasına geçmelidir. Bir ilim ile uğraşırken bir başka ilme dalmamalı. Bir alanda yeterli bilgiye sahip olduktan sonra bir başka alana kaymalı."
İslam medeniyetinin yetiştirdiği birçok ilim adamından birisi olan Abdullatif el-Bağdadi'yi rahmetle anıyoruz.
[1] Ramazan Şeşen, Salahaddin Devrinde Eyyubiler, İstanbul 1983, s.368, not:313.